DÜNYADAKİ LABORATUVARLARDA MİLYONLARCA HAYVANA ANLAMSIZ, KANLI İŞKENCE
SİZİ ŞOK EDECEK, SİZİ ÖFKELENDİRECEK, KALBİNİZİ PARÇALAYACAK Çığır Açan Bir Kitap
Yazan: HANS RUESCH
MASUMLARIN KATLİAMI
Robert Koch, sığır ve koyun hastalığından sorumlu olan şarbon mikroplarının saf kültürünü elde eden ilk kişi oldu ve Pasteur, mikropların gücünü azaltarak bundan bir aşı yaptı. Pek çok tarihçi, sanki Jenner ve Doğu Tıbbı hiç var olmamış gibi, bunu tarihteki ilk aşı olarak adlandırıyor. Her halükarda, Pasteur ile Koch arasında, birbirlerini intihalle suçlayan bir tartışma çıktı.
Pasteur daha sonra kuduza veya hidrofobiye (su korkusu) karşı bir aşı geliştirmeye başladı; bu, belki de tüm sorunlu aşılar içinde en endişe verici olanıdır.
Kuduz (olduğu iddia edilen) bir hayvan tarafından ısırılan kişilerin yalnızca çok küçük bir yüzdesinde enfeksiyon gelişir.
Ama hastalık geliştiğinde sonucun daima ölümlü olacağı beklenir. Bu nedenle, kuduz olduğundan şüphelenilen bir hayvan tarafından ısırılan herkese, önlem için, ilk olarak Pasteur tarafından geliştirilen bu özel tedavi uygulanır. Fakat bazen aşılanan kişi yine de ölür. Bu durumda ölüm nedeni hatalı aşıya bağlanıyor. Ancak genellikle enfeksiyona ısırığın değil de aşının neden olduğu kanıtlanabiliyordu; örneğin hayvanın daha sonra sağlıklı olduğu ortaya çıktığında. Hayvan kuduz olsa bile, ısırık çok nadiren enfeksiyonla sonuçlanır ve yaranın hemen suyla yıkanması gibi normal hijyen kurallarına uyulduğu sürece asla enfeksiyonla sonuçlanmaz.
Paul de Kruif (Amerikalı mikrobiyolog ve yazar), çok satan Mikrop Avcıları (Microbe Hunters) adlı eserinde (Harcourt, Brace, 1926/1953) kuduz olduğu iddia edilen bir kurt tarafından ısırılan ve eski ustanın kendisinden yeni duyurulan Pasteur tedavisini almak için Paris'e giden 19 Rus köylüsünün fantazi dolu hikayesini anlatmıştır.
De Kruif'e göre bu Rus hastalardan 16'sı Pasteur'ün aşılarıyla "kurtarıldı" ve "sadece üçü" öldü. Pasteur, bu başarıdan sonra uluslararası bir kahraman haline geldi ve "modern" laboratuvar biliminin yüceltilmesine önemli ölçüde katkıda bulundu. 19 kişiden üçü, ölümlerin %15'inden fazlasını oluşturuyor.
Ancak artık (günümüzde) kuduz (olduğu iddia edilen) bir köpek tarafından ısırılan yüz kişiden birinin (%1) enfeksiyona yakalanma ihtimalinin düşük olduğunu bildiğimize göre, bu Rus çiftçilerden en azından bazılarının ve muhtemelen üçünün de (sonraları sayısız insanın da başına geldiği üzere) Pasteur aşısından öldüğü sonucuna varmalıyız.
Üstelik o zamanlar Rusya'da bir kurdun kuduz olup olmadığını öğrenmenin bir yolu yoktu. Aç kurtların kışın köylülere saldırması yaygındı. Ve bugün bile pek çok insan, örneğin İtalya'da, kendilerini ısıran herhangi bir köpeğin kuduz olması gerektiğine, aksi takdirde ısırmayacağına inanıyor.
Bazı doktorlar, kuduzun, farklı ve ayırt edilebilir bir hastalık olarak, insanlarda değil, sadece hayvanlarda görüldüğüne ve kuduz tanısı konulan şeyin genellikle benzer belirtileri olan tetanos (kilit çene) olduğuna inanmaktadır. Herhangi bir yaranın kontaminasyonu (kirlenmesi) tetanosa yol açabilir ve ilginçtir ki
bugün Almanya'da bir köpek tarafından ısırılan kişilere düzenli olarak SADECE tetanos aşısı yapılmakta.
Almanya'nın en yetkili haftalık dergisine göre 20 yılda tam 5 Alman'ın kuduzdan öldüğü tahmin ediliyor (Der Spiegel, 18/1972, s. 175). Fakat kuduzdan öldüğünden nasıl emin olunabilir ki? Yüzlercesi tetanostan ölüyor.
ABD ve Avrupa'da görüştüğüm pek çok doktor arasında henüz insanda kuduz vakası gördüğünü garanti edebilecek birini bulamadım.
ABD Halk Sağlığı Servisi tarafından 1970 yılının tamamı için Yıllık hastalık oranı ve ölüm oranı ekinde rapor edilen vakaların sayısı tam olarak 2 idi; 205 milyon kişi arasında. Tabi teşhisin doğru olduğunu varsayarsak. Karşılaştırıldığında, 148 tetanos, 22.096 salmonelloz, 56.797 bulaşıcı hepatit, 433.405 streptokok enfeksiyonu ve kızıl vakası rapor edildi.
İlk kez kuduz şüphelisi vakasıyla karşılaşan doktorlar, güvenebilecekleri bir emsal olmadığından şikayet ediyor. Pasteur'ün, çoğu zaman felce neden olan sözde aşısını geliştirmesindeki en büyük zorluğu, kuduz köpekleri bulmaktı; Sonunda sağlıklı köpekler temin etmesi, kafataslarını açması ve ulaşabildiği tek sözde kuduz köpeğin beyin maddesini onlara bulaştırması gerekiyordu.
Pasteur, kuduz virüsünün tanımını asla yapmadı.
Bugün bu hastalığa ilişkin her şey Pasteur'ün zamanına göre çok daha belirsiz.
Kesin olan tek bir şey var: Pasteur "aşısını" geliştirdiğinden beri "kuduzdan" denilen ölüm vakaları azalmadı, aksine arttı.
Şu anda, otopsilerde kuduzun, 1903 yılında kuduz köpeklerin sinir hücrelerinin plazmasında ve omurilik sinirlerinde bulduğunu açıklamış olan İtalyan bir doktorun adını taşıyan "Negri cisimciklerinin" varlığıyla tespit edildiğine inanılıyor.
Fakat bununla beraber 1960'larda Rhode Island eyaletinde yaygın bir kuduz salgını vakasını araştırmak üzere görevlendirilen tanınmış Amerikalı veteriner Dr. John A. McLaughlin, dehşetin doruğunda köpekler ve kuduz belirtileri gösteren hayvanlar üzerinde çok sayıda otopsi gerçekleştirdi. Kuduz belirtileri gösteren hiçbir hayvan "Negri cisimciği" içermiyordu. Oysa ilgisiz farklı hastalıklardan ölen köpeklerde bol miktarda bulunuyordu.
Kuduz korkusunun iyice yerleşmiş olduğu Napoli'den bir veteriner bana bir ders kitabında, distemperli (gençlik hastalığı) köpeklerde bulunan Lentz-Sinigallia cisimciklerinden ayırt edilemeyen bir Negri cisimciğinin (şu ana kadar gördüğü tek cisimciğin) görüntüsünü gösterdi.
Hiç kimse, hastalıktan etkilenen kaç köpeğin, bilgisiz sağlık yetkililerinin emriyle öldürüldüğünü bilmiyor.
Birkaç yıl önce, Philadelphia'lı tanınmış doktor ve cerrah, Pennsylvania Üniversitesi'nde Tıp Tarihi üzerine öğretim görevlisi olan Dr. Charles W. Dulles şunları söylemişti: "Isırılan kişilerin tedavisinde kendi deneyimlerimi aktarabilirim.
Kuduz olduğu varsayılan köpekler tarafından 30 yıldır tek bir gelişmiş hastalık vakasına rastlanmadı
ve muhtemelen diğer tıp adamlarından daha fazla sözde hidrofobi vakası gördüm."
Her gerçek uzman, Hipokrat'ın zaten bildiği dışında hiçbir şeyin kesin olarak bilinmediğinin farkındadır: Bu enfeksiyona karşı da en iyi koruma temizliktir.
Dünya Sağlık Örgütü'nün Kuduz Uzman Komitesi, 6. Rapor, 1973 başlıklı 523 No'lu Teknik Rapor Serisi (aynı konu hakkında daha önce en az 5 DSÖ raporunun bulunduğu anlamına gelir), parenteral (derialtı, adaleiçi veya damariçi yolla) enjeksiyonun gerekli olduğuna dair kanıtların biriktiğini duyurur.
Kuduz aşısı kullanımının "belirli koşullar altında" insan ölümlerine neden olduğu rapor edilmiştir. (s. 20)
ve şunu belirtiyor (s. 17): "Komite, Fermi tipi aşıların üretiminin, canlı virüs kalıntısı içerdikleri için durdurulmasını tavsiye ediyor."
"Canlı virüs kalıntısı" uzman kesimlerin aşıya karşı ileri sürebileceği oldukça ciddi bir suçlama, ancak kimse buna pek dikkat etmiyor veya ne anlama geldiğini anlamıyor gibi görünüyor.
Bu sadece, muhtemelen çok nadir görülen kuduz (belirtileri) nedeniyle ölen insanların, bir köpekten değil, bir doktordan aldıkları bir şey yüzünden öldüğü anlamına geliyor.
Ancak DSÖ raporunun doruk noktası 27. sayfadadır: "Komite, maruz kalma sonrası tedavide en değerli yöntemin yaraların lokal tedavisi olduğunu vurguladı. Bu da su ve sabunla iyice yıkanarak yapılmalıdır..." Ve bir sonraki sayfada da aynı nokta tekrarlanıyor: "Önerilen acil ilk yardım prosedürleri, yaranın sabun ve suyla yıkanması ve temizlenmesidir." Dolayısıyla Hipokrat'ın savunduğu sonuca varmak için DSÖ "uzmanlarının" en az 6 raporu gerekti.
Aslında bunu ve diğer DSÖ raporlarını dikkatle okuyan herkes, ciddi tıp öğrencilerinin Hipokrat hijyeni ve sağduyu dışında çok az şeye güvenebileceğini fark edecektir.
Ancak DSÖ bunu kabul edemez, aksi halde halk, modern zamanların en büyük ve en pahalı binalarından birinde yer alan, büyük boş salonları, dünyanın dört bir yanından gelen tüm tıbbi yayınlarla dolu kütüphaneleri, hiçbir şey yapmamak için yüksek maaşlar alan çok sayıda yöneticisi ve onlara yardım eden akıllı sekreterler alayı olan "DSÖ'nün ne faydası var?" diye sorabilir.
Cenevre dışındaki en güzel Alp ortamlarından birinde, bakımlı çimler ve çiçek bahçelerinin huzuruyla çevrili bu devasa emlak kompleksi, dünya çapında bilimsel işkence altında çürüyen milyonlarca laboratuvar hayvanının karşılığını temsil ediyor.
Son zamanlarda kuduza karşı yeni bir aşı geliştirilmeye devam ediliyordu ve DSÖ yetkilileri bunu "Harika bir buluş" olarak nitelendirdi. Time'daki (27 Aralık 1976) rapor kısmen şöyle diyor: "ABD'li ve İranlı doktorlardan oluşan bir ekip, geçen hafta Journal of the American Medical Association'da aşıyı yakın zamanda sadece altı aşılık bir seri halinde uyguladıklarını bildirdi. Kuduz hayvanlar tarafından ısırılanlarda ciddi bir alerjik reaksiyon gelişmedi. Sebep: Yeni aşı, hayvan hücrelerinde değil, insan hücrelerinde yetiştiriliyor, eski kuduzların aksine yabancı hayvan proteinine karşı ağrılı reaksiyonlara maruz kalmıyor.
Son yüz yıldır hayvanlar üzerinde deneyler yapılmasına karşı çıkanlar ve diğer duyarlı insanlar tıp bilimi için Claude Bernard'ın önerdiğinden daha iyi yolların olması gerektiğini ve Pasteur'ün iddia edilen kuduz aşısının bir aldatmaca olduğunu söylüyorlardı. Artık resmi bilim, nihayet bu apaçık gerçeğe ulaşıyor ve tüm büyük adamlar harekete geçmek istiyor.
Almanya'nın haftalık tıp haberleri Sdecta'da (16 Mayıs 1977) "Kuduz Aşısı Sorunu Çözüldü mü?" başlıklı manşet, o zamana kadar beyinleri yıkanarak Pasteur'ün bu sorunu uzun zaman önce çözdüğüne inandırılan pek çok okuyucuyu şaşırtmış olmalı, çünkü bu her zaman onun ana şöhret iddiası olarak sunuldu. Makalede, Pasteur'ün iddia edilen aşısını cehenneme çeviren Alman virologlardan oluşan bir yuvarlak masa toplantısı anlatılıyor ve onu "arkaik (modası geçmiş) bir canavar" olarak tanımlayan Prof. Richard Haas'tan alıntı yapılıyor.
Kaynaklar :
Commentaires